Geçen gün bir kadının ropörtajına denk geldim. Kadın ekonomik özgürlüğü olan, dışarıda görsek dayak yediğini anlayamayacağımız, Nişantaşı bacısı ayarında bir kadın. Kocasından yıllarca dayak yemiş, en sonunda boşanmış ama o zamana kadar yediği dayaklar da buradan köye yol olmuş. Kadın 'Ayrıldıktan sonra ayıldım, ne yaptığımı anladım' diyordu. 'Ben kendimi aciz bir kadın olarak görmedim ki hiç! Ben kendimi hep güçlü ve savaşçı bir kadın olarak gördüm. Kocamın kötü zamanlarında benim yardımıma ihtiyacı vardı, içindeki canavarı iyileştirmek için bana ihtiyacı vardı. Sevdiği halde içindeki canavara karşı koyamıyordu. İkimiz canla başla o canavarla uğraşıyorduk. Üstelik diğer kadınlardan üstün görüyordum kendimi, çünkü diğer kadınların eşleri ile birlikte savaştıkları şeyler yoktu. Ben eşimle birlikte madalyonun diğer yüzü ile savaşıyordum. Kendimi çok güçlü hissediyordum.' diyordu.
Sonra düşündüm, ben hiç dayak yememiştim ama 'güçlüyüm ben, dayanacağız' dediğim bir ilişkim olmuştu. Birçoğumuzun içine aşık aşık girdiği ve aşığız diye bir ton saçma şey yaşadığımız ve ancak ayrılınca kafamıza dank eden, 'Ben salak mıymışım ki' dediğimiz şeyler olmuştur. Sadece kadınlar değil, birkaç istisna hariç hepimiz öyle saçmasapan şeyler yaşamamışızdır.
İnsan ilişki içinde birden böyle şeylerle karşılaşmıyor. Yaşadığımız her şeyin bir işareti oluyor ve yavaş yavaş geliyor. O işaretler de öyle alenen 'Ben seni döveceğim' diye olmuyor. Örneğin, bu kadına kocası ilk tanıştıkları zaman 'Sinirli bir insanım ama kötü biri değilim, kin tutmam. Bazen parlarım, hıncımı eşyalardan alırım, bazı şeyleri kırdığım olur ama hemen sönerim' demiş. Kadın tabii bunu söyleyince dayağı hayal edememiş bile. Nereden aklına gelsin. Hepimizin çevresinde aniden parlayıp sönen; kötü kalpli olmayan, kin tutmayan ama saman alevi siniri olan insanlar vardır. Onlardan biri gibi düşünmüş. İlk zamanlar öyleymiş de, hep alttan almış. Alttan alınması da o kadar kötü durumlar değilmiş. İlk dayak yıllar sonra gelmiş. Bir süre sonra bu durum ona normal gelmeye başlamış ve aslında dışarıdan farklı olduğunu görmesine rağmen bunu çekmeyi üstünlük saymış.
Hatta şurada Zihni Göktay'ın eşiyle yapılmış bir ropörtaj var.
www.sabah.com.trZihni Göktay kadın için "Sevinç benim hayatımın ABS frenidir. Zararlı olaylara karşı beni frenledi. Sevinç, hayatımın freni. Olmasaydı, ben belki ölmüş olurdum" diyor. Kadına 'Evlilik nedir' diye soruluyor, kadın 'Mücadele etmek! Bunun zorluklarını yaşadım. Ama kocadan kocaya, ondan ona gezmektense savaş verdim. Ben mücadeleci bir kadınım' diyor. İnsan ilişki içinde buna alışıyor, bunu normalleştiriyor; kaçmayıp savaşmayı bir gurur ve güç meselesi haline getirebiliyor. Adam içip karısına kötü davranmış, arada aldatmış. Kadın 'Hiç aşık olmadım, zaman içinde sevdim' diyor, ona rağmen vazgeçmiyor mücadeleden. Bu toplum baskısı ile de açıklanabilir, ki 'Kocadan kocaya koşmadım' diyerek bunu da doğruluyor zaten ama kadının bununla gurur duyması tek başına toplum baskısı ile açıklanabilecek bir şey değil. Öyle olsa kendi başarısından bu kadar gururla söz etmez, suçu komple topluma atan cümleler kurardı.
Dolayısıyla
1. Aşktan öte, kadın ilişkisi için o kadar çalışmış ki, bırakıp gitse emekleri boşa gidecek ve bunu kendine yediremiyor olabilir. Adamla başa çıkmak gurur kaynağı haline gelmiş de olabilir. İçine de atıyor olabilir, belki bir noktada içinde düdüklü tencere yaptığı duygular patlar ve rahatlar. Her insanın da gücü bir noktaya kadar. O zaman boşanabilirler.
2. Öyle bir durumda olmayı istemem. Şimdi buradan ve her şey tıkırında iken 'Hayatta olmaz. Bir kere benim kendime saygım var şekerim' demek kadar kolay bir şey yok; umarım o zaman fark ederim de yapmam öyle bir hata.
3. Evsiz ya da müzmin işsiz, tembel değilse çok da etkili olmaz. Aslında şu açıdan etkili olacak şeyler var. Örneğin, bir ressam ile benim evliliğim çok saçma olur. O benim dünyamı anlamaz, ben onun dünyasını anlamam. Hayata bakışımız çatışır ama 'Ressam bu, hayatta olmaz' diye de bir şey söyleyemem.